36- Hüseyin Akar
“1934 yılında Nazimiye’nin Civarik Köyü’nde doğmuşum. Çocukluk yıllarım, Dersim 38’in acılı günlerine denk gelir. Dört-beş yaşında kendimi kırım içinde buldum. Çocukluk anılarımı; boğa, asker, kasatura, tüfek, barut kokusu, işkence, kan, ölüm süsler. Ardından gelen; korku, acı, kaçış, çileli günler… Hiçbir zaman, kim kimi niçin, neden dövüyor, işkence ediyor, öldürüyor anlayamamıştım.
“1938 yazında, Ağa yaylasında, yeşillikler içinden saklambaç oynarken arkasına saklanmaya çalıştığım sarı boğa, ani bir davranışla beni boynuzlayıp havaya kaldırmış bir kavak boyu kadar ileri bir yere fırlatmıştı. Dedem yaramı, ateşte yaktığı bir bıçak ucu ile dağlamış, çaput külü basmıştı.
Yayladan, anlayamadığım bir nedenle ( asker zoruyla) köye dönmüştük… Babam, askerdeydi, yaram da yeni kabuk bağlamış, babama gösterememiştim…
Evimizin etrafını, aynı giyimli amcalar(!) sarmıştı. Tümü, tüfekli, kasaturalı postallıydı. İçlerinden bir kaçı evimizin önündeki bostandan salatalıklarımızı kökünden söküp yediklerinde; ben, ‘babam gelirse bu adamlara ne yapmaz çok kızar”’ diye de onlar adına üzülmüştüm. Sonradan anlayamadığım garip şeyler oldu. O gün, bütün köylüyü, bizim evin yakınında, topladılar. Düğün, sünnet, deşinar olsa Maskan’dan davul-zurna getirilirdi.
Sonra askerler toplanan kalabalık içinden üç kişiyi ayırdı. Herkesin göreceği meydanda soyup ayaklarından astılar. Konuşmalar oluyordu ama Türkçe bilen yoktu, bilende olsa bu işkenceyi vahşeti anlayan yoktu. Bilenler üçüde asılan dövülenlerdi.
İşkence başlamıştı, baş aşağı asılanlara inen darbeler çıplak bedenlerden fışkıran kanlarla karışan mahşeri çığlıklar, tetiklenen tüfek sesleri arasında biri birine sarılan tüm yürekler donup kalmıştı Ayıldığımda hiç kimse yoktu. Yaramı saran dedemi de bir daha hiç görmedim...” (Dersim Civarik, İki Uçlu Yaşam, Peri yay. s.112)
İlköğrenimi Bingöl-Kiğı Azakpert’te (Adaklı) bitirdi. 1950 de Tunceli(Kalan’da) Devlet Parasız Sınavını kazandı. Orta ve lise öğrenimini Kastamonu’da “yatılı” tamamladı. 1960 yılında İstanbul Yıldız Teknik Üniversitesi İnşaat Mühendisliği bölümünü bitirdi. 4 ay Karayolları Gn. Md. 11. Bölgede; “Şivelan-Bajirge İran Devlet Yolu” Kısım Şefliği” görevinde bulundu. Bundan sonra, kendi firmasını kurdu ve emekli oluncaya dek “Serbest” çalıştı.
1967 yılına dek Diyarbakır’da, mühendislik-proje işlerini yürüttü. 1968 yılında bürosunu Ankara’ya taşıdı. Bu tarihten sonra Türkiye’nin birçok yerinde Mühendis Ustenci (Müteahhit) olarak başta hastane, yol, okul, değişik tip, köprü, TRT vericisi, PTT, banka ve lojmanları gibi birçok proje ve inşaat yapımlarını gerçekleştirdi.
Üniversite yıllarında, öğrenci derneklerinde, Tunceli Kültür Derneği ve Cerideyi Dersim yöneticileri arasında yer aldı. Yön dergisinde değişik adlarda (H.H.İ) de yazılar, Tunceli Gazetesi ve Van gazetelerinde makale ve seri yazılan çıktı.
Doğu Mitinglerine katıldı. Diyarbakır’da iken; Diyarbakır Sosyalist Kültür Derneği ve TÎP Diyarbakır şubesi kurucuları, sonraları Ankara’da HEP kurucuları arasında yer aldı. Değişik dergilerde sosyal içerikli yazılan çıktı. Bunlardan biride 1960-62 yıllarında yedek subayken canlı bir yaşantı anısı ÇIRA (Sanat-Düşün) dergisinin Mayıs 3. sayısında çıkmıştı.
“Jip, kentin en kalabalık yeri olan üç yol ayırımına gelince ani bir frenle durdu. Bunu 2. ve 3. sü jip izledi. Jiplerden dışarı çıkan subaylar ‘Alarm’ düzeni içinde dizildiler, taş parke yola. Önlerinde ki, kaldırımda çırpınan bir karaltı vardı, yaklaştılar iyice evet bu bir insandı, çünkü sızılanıyor, debeleniyordu taş kaldırım üzerinde..Trafik kazası mı? iyice yaklaşıp baktılar yeniden. Bir anda on beş çift göz, kuşku ile utanç çemberi içinde tutsak kaldı. Şapkaların siperlerinde yere gömülen bakışlar güçlükle etrafa bakabildi:
Sağda üç-dört katlı memur evleri, balkonlarında hanımlar. Yolun solundaki caddenin iki yanında sıra sıra kahveler. İleride, sessiz dalgalanan ay-yıldızı bayrağın altında, irice bir yapı göze çarpıyordu. Jipten inen subayların, değirmen taşına dek büyüyen gözleri, beton kaldırım üstünde debelenen bir karaltı üzerinde odaklaşıyordu. Bu beklenmez görüntü karşısında ne diyeceğini bilemeyen üst rütbeli önce çevrede ki bön bakışları karşısında durakladı, bir iki yutkundu sonra var gücüyle haykırdı:
- Hayvanlarrr!
Bu gür ses çevredekilerin ‘keyfini’ kaçırdı. Balkonlarda sarkan hanımlar doğruldu yerlerinde, kahvelerde teşbih çeken “beyler” altındaki kürsüye usulca yerleşti, karaltıyı çevreleyen çocuklar, usul usul uzaklaştılar.
Yolda kaldırım taşlarının üstüne düşen bir kadındı. Aralıksız inliyordu. Yalnızdı. Yırtık giysisini, ayıbına perde edecek kimse yoktu yanında. Tüm bakışlar gözetleyiciydi. Son bir çaba ile yerinden silkindi. Yüzlerce bakışın gölgesinde, özünden kopan canlı bir et parçası düştü kaldırım taşlarının üstüne. Kadın güçsüz ve umutsuzdu. Çabaladı, kalkamadı yerinden. Bitkin haliyle emekledi yerinde, sallandı bir iki. Tekrar denedi, kalkamadı. Sanki yer çekiyor Onu bırakmıyordu. Bir iki denemeye daha girişti .. çömeldi durdu öylesine. Neden sonra kalkabildi..
Arından etrafına bakamıyordu. Durdu, elini başına götürdü, başındaki örtüyü hızla çözdü “Ayıbını” ona sardı, yardımla, boşaltılan jipe doğru yürütüldü. Bacaklaından inen kan, çıplak ayak parmaklarından kaldırım taşlarına sızıyordu.
Kadını kulübesine bırakan ekip, araca dolan kanı temizlemekte zorlandı, kulubüde de su konacak bir kap yoktu.
Taşıtlar, bozuk yolda ilerlerken, kafam karmakarışık… İşte 20. yy’ın bizdeki çirkin, ama gerçek yüzü. Kaldırım taşları üzerinde doğum yapan, yaşamın acımasız koşullarında, doğanın ön gördüğü birleşmenin bilmem kaçıncı günahını, sokakta ödeyen anne, anneler… Ve sokaklarda can bulanlar…
Yıl: 1962, Kent:Beşiri, Cinsi, Erkek, Semti: Güneydoğu çıkmazı…”
***
Hükümet yönetimimde “DERSİM MANTIĞI“
Cumhuriyetimizin yüz karası” damgasını taşıyan “Tunceli Kanunu”nun 1937-38 uygulaması; Dersim halkının kırılması, sürgünü, kültür değerlerinin yok edilmesini sağlamakla kalmadı aynı zamanda Dersim coğrafyası üzerinde bir potansiyel suçluluk yüklemi ile, “devletin resmi ideolojisi” olarak pekiştirildi.
Yeni cumhuriyet idaresinde bu yaklaşımı yöntem edinenler; çağdışı, insan hak ve hukukunu, cumhuriyetin ilkelerini bilmeyen, cumhuriyet yasalarını “ferman”’dan ayırtabilecek becerisi olmayan, Osmanlı geleneğine aşina, baskı, şiddetten yana ırkçılık fukaraları kimseler oldu.
Dersim coğrafyası üzerindeki bu antidemokratik kanunun tabulaştırılan ezberleri, cumhuriyetten günümüze sürdürüldüğünü üzülerek görüyoruz.
Tunceli’de; orman yakma , ev yıkma, tutuklama, tutukluyu yok etme, faili meçhul cinayet, ana dil yasağı, gıda ambargosu, seyahat gibi her türden hürriyet kısıtlayıcı, şiddet içeren ezici yaptırımlar; yargıdan, cumhuriyet ilkelerinden uzak bu ezber mantığı koruması altında sürdürülüyor. Öylesine ki bir çok maceraperest bu coğrafyada kışkırtıcı, çatıştırıcı eylemler ve her türden eşkıyalığı yaptıktan sonra “takibata” uğratılmadan kayıplara karışabiliyor. Bu, devletin görevlilerin “devlet terörünü” canlı tutmasının kolayı oldu.
Devlet, Tunceli de orman yakıyor; “içinde terörist barınmasın”, köylünün atını, katırını öldürüyor; “terörist binmesin”, her türden gıda ambargosu; “terörist yemesin”, ev basma ,köy kuşatma; “terörist yakalamak”, kadının cinsel uzvunu kontrol; “eşinin eve gelip gelmediğini” anlamak içindir!
Devlet yönetmenin kolayını, halkı ezmekte bulan cumhuriyet hükümetlerinin yaşama geçirdiği ve adına da “Dersim Mantığı” dedikleri uygulama budur! Yoksa 1990larda, gündüz gözü ile Tunceli köylerini kuşatan, evlerini yıkan, ormanını yakan, helikopter içindeki güvenlik güçlerin “kurt uluması” semalarda yansırken, tutukladıklarının kaybından sorumlu görmeyen dönemin Başbakanı Çiller İçişleri Bakanı ile : “Muhtarlar o helikopterler bizim değil, onlar Rus, Afgan, Ermeni veya PKK helikopterleri” diyebilir mi?
Eski başbakan Mesut Yılmaz , devletin bu baskı ve şiddet yöntemine şu açıklığı getirir:
“Kürt kimliğini yok sayan ve yalnız şiddet kullanarak karşısındakini her türlü yolla ezmeyi ön gören yaklaşıma “Dersim Mantığı” deniliyor” diyor. Dersim de yükselen “çığlıklar” bu ezilmelerin birer yansımasıdır. Zeka düzeyleri “bölücülük” yaygarası üzerine çıkamayan bir ırkçı erkin ezberini aşamayan yöneticiler, bu güzel ülkeyi soymakla kalmadı, “terörün” de ana kaynağı oldu.
Bunlar, özgürlükten, hak hukuktan, ülke birliğinden yana toplulukları; bölücü, hain ayrılıkçı gibi “çakıl taşı edebiyatı” ile ırkları, inançları çatıştırıp, birini öne, bir diğerini arkaya iterken “öküz altında da buzağı aramasınlar”. Ben bu ülkeyi çok seviyor, güçlenmesini istiyorum; çünkü birliğinden yanayım. İnsanlarını seviyorum; çünkü kardeşliğinden yanayım. Ülkenin AB ye girmesini istiyorum; çünkü halkının bilinçlenmesi ve ekonomik güçlülüğünden yanayım.
Irkçılığın önemini yitirdiği, sınırların birleştiği bir global dünyada değişik kimlikler ulusların kültür zenginliğidir. Türk ve Kürt halkı bin yılda kaynaşmış bir birliktir. Asıl ”mutluluk” arayan bu birlikte aramalı, “bir üst kimlik” rantında değil.
Ateş düştüğü yeri yakar. Dersim coğrafyası ateşin düşürüldüğü yerdir. Yanan bedenlerin, közleşen yüreklerin yansıması en çok bu coğrafyada görülür… Çektiğimiz çileyi, uğradığımız zulmü taşıyamaz olduk. Dil döküyor, kanıt sunuyoruz inandıramıyoruz. Yazdıklarımız potansiyel suç olarak üstümüze geliyor.
Umutlarımız dorukların yelinde, sevdalarımız Munzur’un önüne çekilecek sette (barajda), alabalıklarla birlikte ölüm orucunda, bu acılı coğrafyadaki bin bir bitki çeşidi, tarihi değer, tüm canlısıyla boğulacak mı suya, diye beklentide!
Yakamız zulmün elinde, can zorda, yürek kafeste çığlık çığlığa. Derdimizi birine anlatamadık diyemiyorum, bir anlayanını bulamadık. Acılarımızı ağıtlarımız taşıyamadı, sazımızı, sözümüzü dinleyen olmadı dert çok acılar içimizde kördüğüm..
bir coğrafya ki ezelden zulmün tetik eri
bir can ki doğmadan tüm suçluluğu belli
bir halk ki oku namlunun ucunda gerili
bir inanç ki “arap” şeriatında yoktur yeri
ne “38” baskınında ne “f” tipi hücrede tükendi
ne yıllar yılı gıda ambargosu zulmünden yıldı
ne “pir sultan” coşkusundan gerilemeyi bildi
ne yasak / açlık / süngü / kurşun önünde eğildi (Dersim Çığlığından )
***
“ Ekecek tarlası, besleyecek keçisi, binecek katırı olmayan sevdalı; sevdiğini her bakan gözden tutun ışıldayan gün ışığından koruyacak kadar kıskanç, sevgilisi için aşiretlerle çarpışacak kadar cesur, güzelliğini taşıyacak kadar özverili olunca da verilmeyen bir buse sevenin kansız ölüm nedeni olur.
Merdena Useni
Gulıké ser miané bari, fosa seré sari çite nécana
Zu ke to vénano famra beno tersé mı to remnené
Seweta to son aşiru ser , merdana useni toré senıka
Rındıkeniya to baré mıno, eré tı guneka, bezna tenika.
Delxı to sano mı gamı vınde, mereme, çarıxı bié kanı
Dul nécıné, béçıki veziye tevar, lıngı biyé lakani
Lez meke dela mı, bé lé mı, ez lewé gıl” lıska torani
Kam véneno bıvéno sevano vazo saltanaté tora bırabi
Mıyu voreko resté pı meleni, Mozuke nalu perna
Beri berivan barkerdo amé dewe, Warera biyé dori
wore deştu ko u gurata, serdo zımıston nao amé
Heskerdene mınu to bını vorede mende cemediya
Usar nao éno, sılıye worena wore vılesina ro
Bıné worede zil do, sar wéneno sanıka mınu to
kené tomur cınené, perdu ser ez én lé to
Vané “ dele lewé cıné do usen coka merdo
Hüseyin’in Ölümü
İncel belde saç bağı, başındaki fes peçeni tutmaz
Sana gözü değenler aşık olur kaçırır bana bırakmaz
Aşiretler üzerine giderim, ölmem senin için yetmez
Güzelliğini ben yüklendim, narin bedenin taşımaz
Sevdan tuttu beni, peşinde çarıklar yırtıldı, dur bir an
Çarık yama tutmuyor, parmak zorda, ayaklar lekan
Derpreşme gülüm, barı yanak ucundan bir buse alam
Görenler görsün, hasretine yanmışım, olursun sefam
Koyun kuzu meleşti, danalar coştu, mozlaştı
Beri-berivan özleşti, yaylalardan uzaklaştı
Kar yağdı, dağları bayırları sardı soğuk kış oldu,
Sevdamız sürüyor, anılarımız kar altında kaldı
İşte bahar geldi, yağmur yağar karları eritir
Birileri kar altında yeşeren sevdamızı görür
Saza vurur çalarlar, perdelerde bulurum seni
Denen “Verilmeyen buse Üşen’in ölüm nedeni” (Dersim Civarik İki Uşlu Yaşam!dan)
DERSİM’DEN PORTRELER ÖNSÖZÜ
Dersim
Dersim, özgürlüğün arka bahçesi. Zulümden kaçanların, kılıçtan kurtulanların barındığı, hainliğe, hile-hurdaya, korkaklığa, kalleşliğe yol vermeyen, gönüllerde insan sevgisi, beyinlerde sömürüsüz, sınıfsız ideallerin volta attığı gül bahçesi. Bahçeyi kucaklayan dağları yüce , ırmakları coşkuludur.
Dersim silah olur patlar, saz olur çalınır, öykü olur anlatılır, semah olur dönülür, cem olur tutulur. Şairi Dersimi şiirleştirir:
“dersim
fırat’ın ve murat’ın
mavi kolları ile kucakladığı doruk kent
taşı çatlatan bin yıllık bir çığlığın sesi
duyulur her yöresinde
dağında taşında deresinde
bir uğuttu
bir çağıltıçoğalır yütür
dağılır durur
dersim’in yüreği saniyede bin vurur”
Dersim insanının baş eğmeyişi, Anadolu topluluğu içinde “dikbaşlı” “asi” görülmesi ; kartal kanatları arasında yükselen dorukların, doğayla özdeşleşen özgür yaşamına dayalı. Osmanlı ve de cumhuriyet Türkiye’sine, demokratik, özgürlükçü nitelik kazandırmada, insan olmanın eşitlik öğesini hür iradesiyle yaşama geçirme çabasında Dersim daima başı çekmiştir.
Uzun süre Dersim (Tunceli) nin “ bir yarı kapalı cezaevine dönüştürülen il” oluşunun nedeni, yaşamındaki bu özgürlük tutkusunun başkalarının sindirilememesindendir. Doğa ile özdeşleşen Dersim adamı direngendir.Şairi diyor ki:
“kafatasım duvar değil beynime
düşünürüm ilmik geçse de boynuma
bu toprağın tutkusu özgürlüktür
özgürlük denince erir munzur dağının karı
kardelen kaldırır başını
keskin kokar kekik
çiğdem bükmez boynunu
suya türkülenir yarpuz
pervelaşan yaralara em olur
bıre dostum
düğün olur
dernek olur
saz olur”
Dersim’linin büyük boyutta doğmadan uzak engin kültür yapısı içinde ki kapalı yaşamı, sazı sözü, cem-cemaatı, semahı ile tanrıyı insan varlığında kutsayan, inançlar soylar arasında ki uzaklığı sıfırlayan yönü ayrı bir güzelliğidir:
“ dağlarına uzanan yay
geri telidir inancının
titreşir
türküleşir
ayrılır sesler içinde “
Tarihte Dersim olarak adlandırılan bölge (Dersim Sancağı), bu günkü Tunceli il sınırından daha geniş bir alanı kapsıyordu. Erzincan ve Bingöl’ün büyük bir kısmını kapsayan “Dersim Sancağı”, Doğuda Erzurum’a uzar, Batıda Keban Arapkir ve Kemaliye’den de içeri giriyordu.
Dersim’li, bu özgürlük tutkusu, özgün yaşam biçimi, soy-sop, Dımılı ana dilinden, “yetmiş iki milleti bir bilen”, tanrıyı insanda kutsayan inancından dolayı; hep kınanmış, horlanmış, evinden barkından, baba ocağından uzaklaştırılmış, asimile edilmiş, katliama tabi tutulmuş yok edilmiştir. Dersim gibi “potansiyel suçlu” görülen, bir bölgeye daha rastlanmaz.
Dersim’in, Tunceli oluşu durumu kurtarmaya yetmedi. Bu gün köyüne gitmek isteyen biri, il sınırları içinde 10-12 yerde “kontrol” den geçmek zorunda. Yiyecegin jandarmaya bırakıldığı, bir biçim karneye bağlandığı dünyada tek ildir.
Sosyalizmin gündemleştiği günlerde, yöreyi (ili) vektörle yen yol levhalarında “Tünceli” karalanıp yerine “Moskova’ya gider” yazılıyordu. Oysa bu güne dek Rusya’ya sığınan bir Tunceli (Dersim’li) olmadı. Bu, Anadolu insanında kökleşen bağnazlığın bir göstergesidir. Dersim’li ile aynı dili konuşan Kürt çoğunluğunca da Dersimli horlanıyor.
Bu gün bağnaz Kürt aydınının şeyh molla tutkunluğu (içte dışta teslimiyetçiliği) Tunceliler içinde de “Zaza” ayırımı e ayrılığını gündeme getirmiştir. Bu ulusallığın ötesinde birlikteliği zorluyor. “Dersim katliamı” bu ayımdan sonra gerçekleştirildi.
Değişen dünya koşulları içinde, gelişen çağdaş değerlere uzanan özgürlükçü hareketlerin çiçekleri, sayfalarımızı renklendiren “DERSİM’DEN PORTRELER’de uç verir. Bu açıdan Dersim’den Portreler’e bakınca; harekette, düşüncede, renkte en uçta olan farklı siyasi oluşumlarda en önde yürüyenlerin “Dersim kökenli” olduklarını göreceksiniz.
Dr. Abdullah Cevdat, Lutfi Fikri, Hüseyin Avni Ulaş gibi eğerler olmasaydı özgürlükçü hareket güçsüz ve öncüsüz kalırdı.
Seyit Rıza, Alişer, Sey Qaji, Dr. Sait Kırmızıtoprak gibi değerler olmasaydı dürüstlük yiğit ve tarifsiz kalırdı. Dersim olmasaydı; Erzincan, Sıvas, Erzurum ve güneyde ki geleneksel halk ozanları zinciri kopar, sazlar bu kadar güzel çalmazdı.
“… ne güzel şey, dünyanın bir yerinde, hiç tanımadığımız birinin acısını acımız saymak” diyen Yılmaz Güney tek başına bir bölük sanatçıdır.
Şemşi Belli, Vecihi Timuroğlu Kemal Burkay ve “Biz gözyaşlarımızı gizleyen insanlarız / Biz kahkahalarımızı da gizleriz / biz koşuyu kaybettikten sonra da koşan atlarız” diyen Cemal Süreya ve daha nice genç şair yazar olmasaydı, Anadolu şiiri imgesiz, yazılar anlamsız kalırdı.
“Dersimden Portreler”, Anadolu kültürünün can damarının Dersim’de attığını gerçeğini göz önüne serecek. Bu gün bir çok kişi, Dersim’li olmayı “sakıncalı” görüyor. Tuncelilidir, amma “Erzincan’lıyım, Elazığ’lıyım” der. Oysa bilenler için Dersimli olmak bir ayrıcalık, bir gururdur. Dersim, yaşatılan bu kirletilmişliği hiç hak etmiyor.
Dersim coğrafyası ve insanı üzerinde oluşturulan bu “pusu” kaldırmak, Dersim’in çok sesliliğini, insana ve düşünüşüne verdiği değeri, hümanist, toplumsal hoş görüşünü yeniden toplumsal hafızaya yerleştirmek, başka bir söylemle “Dersim’liyi tanıtmakla gerçekleşir.
Dersim’in yetiştirdiği değerli kişilerini, önemli kültür verileriyle günışığına çıkarma, çok kimliği, değişik düşünce ve kültürleri özgürlük potasında birleştiren düşünce birlikteliklerini öz önüne sermede, bir arada yaşamada, Dersim’in hoşgörü anlayışını yaygınlaştırmaya katkıda bulunmak, kitabı hazırlarken tek amacımız oldu.Dersim’den Portreler’in hazırlanışından soyu, inancı, cinsiyeti, politik anlayışı ne olursa olsun, kişileri kendi düşünce yapısıyla yansıtmaya çalıştım.
Portreleri seçerken bir çok zorluklarla karşılaştım. Dersim kökenli bir çok ünlü “Dersimli” olmayı sakıncalı gördü. Buna karşın eski yeni M.vekili, Dr. Doç. Prof. akademisyen, üst düzey yargı elemanı, mesleğinde başarılı olmuş çok para kazanmış sevilen sayılan bir çok kişinin talepleri karşısında kalınca aşağıdaki koşullara uyma zorunlu oldu:
1-Dersimde ün yapmış adını duyurmuş elit kişilerden olma.
2-Kendisi, babası yada dedesi Dersim’li olacak. (Örneğin Zamanımızın “Karacaoğlan’ı Aşık Masuni 2-3 önce Dersimden gitmiş, üzülerek alamadım.)
3- Yeni yetişen genç kabiliyetlere yer vermek için, yazar- sair- ressam için en az iki eseri, ses sanatçısı ise en az iki bestesinin olmasını zorunlu gördüm.
Kişileri seçişte toplumun değer yargılarına yansıyan ünlerini, kültür değerlerimize kazandırdıkları eserlerini “baz” aldık. Ancak bir çok “değere” ulaşamadığımı da biliyorum. Bir çok kişinin salt kısa tanımı ile yetindim. Bu çabanın bir başlangıç olasını umuduyla… Eksiklerim için bağışlanacağını umuyorum. Saygılarımla
Ekim 1990 Ankara
Hüseyin Akar